“AH! ŞU FOTOĞRAFLARIN DİLİ OLSA DA KONUŞSA”
Ada’da yaşayanların hikayelerini dinlemek ve sizlerle paylaşmak için bu hafta Kaniye Özgit’in kapısını çaldık. Büyükada’da oturan Özgit, sımsıcak sohbetiyle karşıladı bizi. Kimi zaman ana sokağa bakan pencerenin önünden Özgit’i selamsız geçmeyen Adalılar eşlik etti sohbetimize, kimi zaman da siyah beyaz fotoğraf albümleri. Odanın duvarlarına asılı fotoğraflara ve çantasından çıkardığı her bir fotoğrafa uzun uzun bakan ve anısını anlatan Kaniye Özgit,”Ah şu fotoğrafların dili olsa da bir konuşsa” deyip iç geçiriyor… Her ne kadar şarkıdaki gibi sık sık “Şimdi bana kaybolan yıllarımı geri verseler” cümlesini kursa da 90’ına merdiven dayamış Özgit, ince esprileriyle, gülüşleriyle yıllara meydan okuyor!
Ada’da hatırı sayılır saygın bir yer edinen Kaniye Özgit, geçen haftalarda sayfalarımıza konuk ettiğimiz akranı Nurhayat Çevik gibi, Agni Küçüknikolaidis gibi, kendi tabiriyle, “ Ada’nın ada olduğu” zamanları özlüyor. “Bugün de adamız güzel ama eskiden bambaşkaydı” diyen Özgit, aslında yalnızca Ada’nın değil; değişen ülke, değişen dünya ile birlikte insanlığın yalnızlaştığını, manevi değerlerin arka plana atıldığını söylüyor. Bunun sancısını bugün en çok da yaşlıların çektiğine dikkat çeken Özgit, sevgi, dayanışma, paylaşım, komşuluk ve dostluk gibi değerleri günümüzde de yaşatılması gerektiğini ifade ederken, mutluluğun da bu değerlerden geçtiğini vurguluyor.
Kaniye Özgit ile zamana yolculuk ettiğimiz sohbetimiz şöyle:
-Bize ailenizi, çocukluk ve gençlik yıllarınızı anlatır mısınız?
Dedelerim, ninelerim Romanya göçmeni. Savaştan kaçıp İzmit’e yerleşmişler. Ben 1934 İzmit doğumluyum. Anne babamın tek çocuğuyum. Babam Gölcük’te motorda çalışıyordu, kaptandı. Mesleği öğrendiği Veli Kaptan Trabzonlu idi ve meşhur bir kaptandı. Veli Kaptan ve ailesiyle birlikte 1930’ların sonlarında İstanbul’a taşındık. Babam Halit Kayarlıbel mesleğini burada da sürdürdü. Unkapanı’nda gemicilik işleri yaptı. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak Fatih İlçesi’nin Balat semtinde kirada oturduk, ardından Cibali’de. Paşabahçe’de kendi evimizi yapınca da oraya taşındık.
Eşim Süleyman Nimet Özgit ile bir akşamüzeri vapur yolculuğunda tanıştık. Karşılıklı, sessizce oturuyorduk. Bu anın üzerinden çok zaman geçmeden beni istemeye geldi. Verdi babam. O da ailesiyle Paşabahçe’de oturuyordu. Evlendik ve üç oğul sahibi olduk.
Eşim matbaada çalıştığı için Cağaloğlu’a taşındık. Anadolu Matbaası Vilayet’in karşısındaydı. Eşim daha sonra Hürriyet ve Akşam gazetelerinde çalıştı. Emekli olunca da kendi makinesini aldı ve Zahide Han’da oğullarımızla birlikte matbaacılık yaptılar. Biz Cağaloğlu’nda yaşarken, babam hastalandı, kansere yakalandı ve Paşabahçe’de vefat etti. Annem Hatice’yi ise çok daha sonra yitirdim.
AH! O ESKİ İSTANBUL…
Ah! O eski İstanbul! Balat, Sultanahmet, Kocamustafapaşa, Yedikule, Samatya… Her yeri ile çok güzeldi. Topkapı civarında üzüm bağları vardı, evler az katlıydı, sokaklar sade idi. Sinema, tiyatro ya da diğer eğlencelere çok gidemezdik fakat arkadaşlık vardı, komşuluk vardı. Çok güzel değerlerdi, çok kıymetli günlerdi. Ekmek karne ile satılıyordu, kıtlık zamanıydı ama inanır mısınız yine de bugünden güzeldi.
-Ada ile tanışmanız nasıl oldu, ne zaman taşındınız?
Büyük oğlum Mehmet Şakir gazete matbaasında parmaklarını kaybetti. Hekimler güneşli, temiz hava olan bir yerin oğluma iyi geleceğini söylediler. İlk zamanlar yazlıkçı olarak Büyükada’ya geldik. Güzeller Sokak’ta Camcı Ali’nin kiracısıydık. Sonra yaz kış yaşamak üzere 1972 senesinde taşındık. Çocuklarım burayı sevdiler, burada evlendiler. Torunlarım burada oldu. Ada hayatımız oldu. Çok sevdik burayı.
Rumlar, Ermeniler ve Museviler ile iç içe yaşadık; Çok kültürlü, mütevazı insanlardı. Komşulukları iyiydi. Çok yetenekli insanlardı ve kadınları çok şık, çok bakımlıydılar. Hatırlıyorum da, küçük oğlum Bürol ile bir akşam balık tutmak için iskeleye indiğimizde şık hanımlarla karşılaştık. Bu hanımlar her zaman şık giyinir, iskeleye iner kocalarını beklerlerdi. Mutlu oldukları belliydi, yüzleri hep gülerdi. Eşleri de onlar gibi mutluydu. İşlerini güçlerini bırakıp akşam evlerine dönen kocaları eve hiç dert sıkıtı götürmezmiş, hanımları öyle anlatırlardı.
-Gençliğinizin adasında zaman nasıl geçerdi, neler yapardınız?
O dönemlerde Ada’da plaj azdı. Bulduğumuz yerde denize girerdik kızlarla ve mis gibi ormanda yürüyüş yapardık. Milto Restoran’ın sahiplerinden Neriman Hanım ile gezerdik ağırlıklı olarak. Denize girmek için Sedef Adası’na giderdik. Dilburnu’nda dans pisti olduğunu hatırlıyorum. Yazlık sinemaya, meşhur İnci Pastanesi’ne giderdik. Bizi rahatsız eden kimsecikler olmazdı. Korkumuz yoktu. Gece sahile inip çayımızı içerdik. Herkes birbirini tanırdı. Ama bugün böyle değil. Ada’da neredeyse yerli kalmadı!
İnsanlar bozmadığı durumda Ada her zaman çok güzel ve sevilir. Adamıza sahip çıkalım, çevremizi kirletmeyelim, koruyalım. Doğamızı, ormanımızı, denizimizi yaşatalım. Çocuklarımıza, torunlarımıza güzel bir gelecek bırakalım.
-Geçmişi bir yana bırakırsak, şimdi nasıl geçiyor günleriniz?
Zaman içinde iki oğlumu kaybettim. Büyük oğlum Süleyman Nimet’i bir kazada, ortancası Bülent Turgay’ı hastalıktan kaybettim. Bu kayıplar acı verdi. Çok acı verdi… Küçük oğlum Bürol hayatta ve İstinye’de yaşıyor. Torunlarım var, sağ olsunlar… Yaşlandım, hastalılarım arttı. Pandemiden dolayı uzun zamandır eşe dosta, komşuya az gidiyoruz. Hayat gittikçe zorlaşıyor… Bugün yalnızca Ada değişmedi, dünya değişiyor. İnsanlar yalnızlaşıyor. Manevi değerlerin yerini para alıyor. Sevgi, dayanışma, paylaşım, komşuluk ve dostluk gibi değerler her zaman yaşatılmalı. Kıymetli olan bu değerlerimizdir.