HEYBELİADA ECZANESİ YILLARA MEYDAN OKUYOR
Bu hafta sizi Heybeliada’nın tarihi eczanesine götüreceğiz; Sanatoryum’un yaşadığı zamanlara… Ülkenin dört bir yanından Sanatoryum’a gelenlere ve Ada halkına ilaç yapan iki eczaneden birine. 1881’de kurulan ve eczacı Mehmet Emin Doluca ile oğlu Ali Fulin Doluca’nın bu günlere taşıdığı Heybeliada Eczanesi yıllara meydan okuyor.
Eczacı babasının yolundan giden ve onun mirasını bugünlere taşıyan Ali Fulin Doluca’nın kapısını çaldık. Doluca ile hem tarihi eczaneyi hem de babasını ve kendisini konuştuk…
-Heybeliada’nın ilk eczacılarından olan babanız Mehmet Emin Doluca’yı anlatır mısınız?
Babam, Tekirdağ’ın Şarköy ilçesine bağlı Mürefte Köyü’nde doğmuş. Çocukluğu, tıpkı bizim çocukluğumuz gibi, farklı kültürlerle iç içe geçmiş; Türkler ve Rumlar bir arada kardeşçe yaşamış. O büyük deprem olana kadar köyde mutlu bir çocukluk geçirmiş.
1912’de Mürefte’de yaşanan depremde her taraf yıkılırken, komşu Rum mahallesinde devrilen gaz lambası nedeniyle büyük yangın çıkmış. Deprem yıkmış, yangın da silip süpürmüş her tarafı. Evsiz kalanlar, göç yolları aramış. Tüm bunların üstüne bir de Balkan harbi çıkmış. Babamın babası Ali Rıza Doluca o sıralar Keşan’da Ziraat Bankası’nda çalışıyormuş. Harp çıkınca Banka, çalışanlarıyla birlikte İstanbul’a taşınmış. Büyükbabam da gidenlerin arasındaymış. Kasımpaşa’nın Kulaksız semtinde ahşap bir konakta kiracı olarak ev tutmuş ve ailesini de götürmüş. O zamanlar altı yedi yaşlarında olan babam Mehmet Emin ilkokula İstanbul’da başlamış ve eczacı olarak iş hayatına atılmış.
ADA İLE TANIŞMASI
-Babanızın Ada ile tanışması nasıl oldu?
Küçük halamın kocası bahriye yüzbaşısıymış. Vazifesi gereği bir gün Ankara’ya gidince Heybeliada Deniz Harp Okulu’nda kadro ihtiyacı olduğunu görmüş ve babamın oraya başvurusunu sağlamış. Kısa bir zaman sonra da babam eczacı olarak Heybeliada Deniz Harp Okulu’na ve Lisesine atanmış. Ada ile tanışma hikayesi de böyle başlamış. 1930’lu yılların başlarında.
Babam devletteki 13 yıllık eczacılık ve kimya öğretmenliği görevinin ardından sevdiği işi yapmaya başlamış. Ada’nın yaşlı bir Rum eczacısı varmış, Tanaş Düdüvaoğlu. Babamı çok sevmiş ve eczanesinin işletmesini babama bırakmış. Babam devlet memuriyetini yakarak eczaneyi 1945 senesinde kendi üzerine almış. Arşiv araştırmamıza göre; eczane 1880’lerin başında açıldı. Somut bir tarihe, belgeye ulaşamayınca tabelaya 1881 yazdırdım. Babam 1974’te hayatını kaybetti. Onun mirasını yaşatıyoruz.
-Anneniz?
İstanbul’un Aksaray semtinde oturan annem Fatma Muzaffer Erkmen ise babamın Heybeliada Deniz Harp Okulu’nda çalıştığı dönemlerde doktorluk yapan beyefendinin yeğeni. Adaya geliş gidişlerinde babamla tanışmışlar. 1938’de evlenmişler ve Heybeliada’daki ahşap lojmanlarda yaşamaya başlamışlar. Mutlu bir evlilikleri oldu babamla.
-Sizin çocukluğunuz Ada’da mı geçti ve burada mı okudunuz?
Evet, doğma büyüme adalıyız. Ben 1943 doğumluyum. Benden küçük iki kız kardeşim var. Birlikte güzel çocukluk zamanları geçirdik. İlkokulu burada okudum ve okulumuz şu an kütüphane olan mekandaydı.
Ortaokulu ve lise birinci sınıfı da Saint Joseph Fransız Erkek Lisesi’nde okudum; ancak ikinci yılımda Heybeliada Lisesi’nde devam ettim. Heybeliada’nın okulları o dönmelerde kaliteliydi. Babamın mesleğini seviyordum ve ben de tahsilimi eczacılık üzerine yaptım; Nişantaşı Eczacılık Yüksek Okulu’nda, şimdiki adıyla Marmara Üniversitesi’nde.
-Eşiniz ile tanışma hikayeniz nasıl oldu?
Eşim Nilgün Boğaziçi’nin Baltalimanı semtinden. Bir gün arkadaşıyla adayı gezmeye gelmişlerdi. Vapurda bizim adalı bir arkadaşla tanışmışlar ve o arkadaşın tavsiyesi üzerine Heybeliada’da inmişler. Papatya Gazinosu vardı o zamanlar, o arkadaşımla orada buluştuk. ‘Vapurda iki kız ile tanıştım, birazdan buraya gelecekler, sen de tanış onlarla’ dedi. Geldiler ve tanıştık. Nilgün’ü çok beğendim, çok sevdim. Zaman içerisinde evlenme kararı aldık ve evlendik. İki çocuğumuz oldu. Biri Erem, diğeri Gizem. Erem seramik mühendisi ama benim gibi eczacılık seviyor, birlikte çalışıyoruz.
SANATORYUM DÖNEMLERİ
-Sanatoryumun olduğu dönemleri de gördünüz. Nasıldı o zamanlar?
Sanatoryumda çok insan kaldı ve biz de mesleğimizden dolayı onları bilir, duyardık. O zamanlar da bugünkü gibi iki eczaneydik. Biri bizim eczane diğeri de Kirya Kiça’nın eczanesi olan Halk Eczanesi idi. ‘Kirya’ Yunanca hitap şekli, ‘bayan’ anlamında. Bayan Kiça, eşi Andon Bey ile birlikte eczaneyi işletirlerdi. Onlar daha sonra Yunanistan’a gittiler. Orada vefat ettiler. Eczane kapandı.
Eczanemize çok insan gelirdi; Siyasetçisi, yazarı, sanatçısı… İsmet İnönü de Heybeliada’ya sık sık gelip giderdi. Eczaneye uğrardı ve babamla ülke ve dünya gündemi üzerine sohbetler ederlerdi. Birlikte çekilmiş bir fotoğrafları da vardı aile albümümüzde.
O dönemlerde her iki eczanenin işleri çok yoğundu. Tüberküloz yaygındı. Doktorların talebi üzerine biz daima ilaç getirtirdik. Sanatoryumun doktor kadrosu da güçlüydü.
O dönemlerde adada Ruhban Okulu’na da dünyanın dört bir yanından öğrenci geliyordu. Bizim Heybeliada Lisesi de çok güçlüydü ve en önemlisi Deniz Harp Okulu ve Lisesi vardı. Ada inanılmaz bir mozaikti. Her daim cıvıl cıvıldı ve bu durum bizim işlerimize de çok yansırdı. Sadece Heybeliada nüfusu 14 bin idi. Bugünkü gibi turist yoğunluğu yoktu, daha çok burada yaşayanlardan, hastanelerden, okullardan kazanıyordu ada ve bu durumdan herkes çok mutluydu.
Adalarda okuma yazma oranı çok yüksekti. İlçe olarak en yüksek okuma oranına sahiptik. Yalova’dan öğrenciler okumaya gelirdi buraya; Paşabahçe, Dolmabahçe, Fenerbahçe vapurları ile.
“PAŞABAHÇE VAPURU’NUN SESİ HALA KULAKLARIMDA”
Paşabahçe bugün yine Adalar’da…
Evet, gelişi çok mutlu etti bizi. Çocukluğum ve gençliğimdeki Paşabahçe’nin sesi hala kulaklarımda, içimde. Paşabahçe İtalyan yapımı, Dolmabahçe ve Fenerbahçe ise İngiltere yapımı tarihi vapurlardır. Üçünün de ayrı önemi var hayatımızda. Yandan çarklı vapurlara da bindim, yük gemileri oldular sonradan.
“FAKİRLERİN DOSTUYDU LİGOR”
O zamanlarda bugünkü gibi çok yeme içme mekanları da yoktu değil mi? Nasıl geçerdi zaman, neler yapardınız?
Teknoloji yoktu, televizyon yoktu ama komşuluk ilişkileri çok güzeldi. Canımız sıkıldığında adayı yürürdük, eş dost ile oturur sohbet eder, şarkılar söyler, fıkra anlatırdık. Canımız istediğinde pastanede otururduk. Ufak bir pastane vardı bugünkü Gül Market’in yerinde.
Sayılı mekan vardı ama hepsi de kendine özgü ve kaliteliydi. Adalı bir Rum olan Ligor’un lokantası vardı. Meşhur bir lokantaydı. Fakirlerin dostuydu Ligor. Oraya giderdik. Maalesef 60’lı yıllarda yangın çıktı ve orası kapandı.
“AH! O ESKİ ADALAR”
Ah! O eski Adalar. Anlatılmaz, yaşanır. Sonrasında çok göç verdi Adalar. Her şey değişti. Eski adalar daha renkliydi; Rum’u ile Ermenisi ile… Giden insanlar hoş insanlardı, görgülü, kültürlü insanlardı. Onları anlatmak zor. Adalı olmak, gerçek adalı olmak bir ayrıcalıktır, adada kötü bir insan çıkmaz. Herkes samimidir…